Bu yıl hem milli takımımızın hem de Fenerbahçe'nin Avrupa serüveni için çoğumuz "film gibiydi" benzetmesi yapmıştık. Futbolla ilgili bir film yapalım desek herhalde yaşadıklarımızdan daha iyi bir senaryomuz olamazdı.
Euro 2008 bitti, ligin başlamasına henüz çok var. Ben de futbolsuz günleri, futbolsuz geçirmemek adına bu oyunla ilgili yapılmış filmleri seyredeyim dedim. Bugün Michael Apted'ın " The Power of The Game" adlı filmiyle sanat dünyasına da el atmış bulunmaktayım.
Belgesel 2006 Dünya Kupası'ndan önce başlıyor. Önce, Almanya'nın turnuvaya ev sahipliği yapmaya hak kazanması, Güney Afrikalıların üzüntüsü, ardından 2010 Dünya Kupası'nı organize etmeye hak kazanan Güney Afrikalıların yaşadıkları çılgınca sevinç anlarını görüyoruz. Sonrasında futbolun görmediğimiz yönü kendini gösteriyor. İranlı kadın futbolcuların futbola nasıl sıkı sarıldığını, İranlı kadın spor yazarının ağzından dinliyoruz. Futbol için katlandığı zorlukları, bunları yenmek için harcadığı çabaya hayran kalıyoruz. Önemsenmez, kaale alınmazken sadece stadyuma girebilmek için bile çırpınması, kabul görmeyi başarması ve yılmaması O'na olan saygımızı arttırıyor.
Amerika, Almanya, Arjantin, Güney Afrika, İran ve İngiltere’ye gidip 2006 Dünya Kupası öncesi neler yaşandığını izliyoruz. Futbolun nasıl yoksulluğa çare olduğunu, yüzlerce çocuğa umut olduğunu izlerken yüreğimiz burkuluyor.
Futbolun en çirkin yönü ırkçılığı görüyoruz belgeselde. Almanya'nın kendi ülkelerinde bununla nasıl başa çıkmaya uğraştıklarını izliyoruz.
Güney Afrika'da futbol sayesinde, Dünya Kupası sayesinde ülke içindeki ayrılıkçı düşüncelerin bir anda silindiğini görüp şaşırıyoruz. Onların şu anda düşündükleri tek şey var: Almanya'dan daha güzel bir organizasyon yapabilmek.
Neticede, pek eğlendirmese de güzel bir film. İzlemeye değer.
Euro 2008 bitti, ligin başlamasına henüz çok var. Ben de futbolsuz günleri, futbolsuz geçirmemek adına bu oyunla ilgili yapılmış filmleri seyredeyim dedim. Bugün Michael Apted'ın " The Power of The Game" adlı filmiyle sanat dünyasına da el atmış bulunmaktayım.
Belgesel 2006 Dünya Kupası'ndan önce başlıyor. Önce, Almanya'nın turnuvaya ev sahipliği yapmaya hak kazanması, Güney Afrikalıların üzüntüsü, ardından 2010 Dünya Kupası'nı organize etmeye hak kazanan Güney Afrikalıların yaşadıkları çılgınca sevinç anlarını görüyoruz. Sonrasında futbolun görmediğimiz yönü kendini gösteriyor. İranlı kadın futbolcuların futbola nasıl sıkı sarıldığını, İranlı kadın spor yazarının ağzından dinliyoruz. Futbol için katlandığı zorlukları, bunları yenmek için harcadığı çabaya hayran kalıyoruz. Önemsenmez, kaale alınmazken sadece stadyuma girebilmek için bile çırpınması, kabul görmeyi başarması ve yılmaması O'na olan saygımızı arttırıyor.
Amerika, Almanya, Arjantin, Güney Afrika, İran ve İngiltere’ye gidip 2006 Dünya Kupası öncesi neler yaşandığını izliyoruz. Futbolun nasıl yoksulluğa çare olduğunu, yüzlerce çocuğa umut olduğunu izlerken yüreğimiz burkuluyor.
Futbolun en çirkin yönü ırkçılığı görüyoruz belgeselde. Almanya'nın kendi ülkelerinde bununla nasıl başa çıkmaya uğraştıklarını izliyoruz.
Güney Afrika'da futbol sayesinde, Dünya Kupası sayesinde ülke içindeki ayrılıkçı düşüncelerin bir anda silindiğini görüp şaşırıyoruz. Onların şu anda düşündükleri tek şey var: Almanya'dan daha güzel bir organizasyon yapabilmek.
Neticede, pek eğlendirmese de güzel bir film. İzlemeye değer.
2 yorum:
that's way too cool.
Yorum Gönder